BEDEN - 2

BEDEN - 2 - Kaos Q+

BEDEN - 2


“Beden politiktir” söyleminin altında yatanın, bu düşünce mekanizması içinde sinsice işleyen bir ikicilik olmadığından emin olmak lazım.

İkici düşüncelerin bu kadar zaman görmezden geldiği şey neydi? Bu soruya ilk verilecek cevap herhalde Descartes’ı hatırlatmakla başlar. Zihne iltimas geçen Kartezyen ikicilik, insan-özneyi bedensel ya da uzamsal özelliklerinden çok, karşı kampta duran zihinsel faaliyetiyle tanımlar. Feministler tarafından bu ayrım topumsal cinsiyetlere vurulduğunda ortaya şu sonuç çıkmaktadır; erkeklik ve kadınlık karşıtlığı sırasıyla, akılsallık ve duygusallık, ciddi olmak ve hafifmeşrep olmak, düşünümsellik ve kendiliğindenlik arasında kurulan ikili karşıtlarla paralel bir söylemselliğe sahiptir, hatta iç içe gelişirler. Aynı ayrımın LGBTİ bireyselleşmeler için kullanılması sonucu pek değiştirmez; butch ve femme tabirleri neredeyse cinsiyetler ve cinsel kimlikler ötesi aşkın bir ayrım yaratır. Erkek-insan özneliğinde birleşen özelliklerin genişliği, cinsler ve türler arası kategorileri yeniden yapılandırabilecek kadar kapsayıcıdır. Aşkıncı ve hümanist geleneklerin ikici mantığa dayalı yapısı, insan/insan olmayan hayvan, makine/hayvan, organik/inorganik ayrımlarının bu temelde kolaylıkla kurulabilmesini sağlar. Yeni maddeciliğin, madde ve zihin, beden ve ruh, doğa ve kültür arasındaki ayrımlar üzerine dönerek, bu konuda aktif bir kuramsallaştırmaya daveti bu ayrımları, karşı kutuplarda duran uçları birbirine yakınlaştırarak ve birbiri arasında geçişliliklerine vurgu yaparak, daha da önemlisi tüm bu varoluşların ‘oluş’ları, akışkanlıkları üzerinde ısrarla durarak yıkma niyetindedir. Vurgunun isimlerden ziyade fiillere, eylemliliklere, sonuçlardan ziyade süreçlere, ve aslında tüm bunların içinden geçip giden fark mevzunda vurguyu ‘fark’tan ‘farklanma’ya kaydırmak tüm ikili ayrımları ve önceliklendirmeleri yıkıp geçmektedir. Olumlayıcı bir fark okuması, bu ikilikler arasında önceden belirlenmiş bir ilişkisellik anlayışıyla çalışmaz. Ya da bu terimler arasında karşıtların hiyerarşisini kurmaz. Queer tahayyülle birlikte keşfettiğimiz şeylerden biri de, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet arasında kuracağımız bir karşıtlığın, toplumsal cinsiyet kavramsallaştırmasını kendilerine baz alanlar tarafından, cinsiyet farklılaşmasının en dar anlamı olan biyolojik özcülüğe dek sürüklenip bırakılması ve yeniden olumlanmasıdır. Bu ayrım, madde yani cinsiyet, söylem yani toplumsal cinsiyet arasında kurulan karşıtlığa tekabül eder. Yeni materyalizm, sadece cinsiyet değil, ırk, sınıf ve toplumsal farklılaşmaların her türlüsünün içinde değişerek dönüştüğü ve birbiri içine girdiği ‘metamorfoz’ kavramıyla farklanmayı karşılar. Bu, maddenin kendi kendini organize edebilme gücüne yeniden bir vurgudur. Sadece metamorfoz vardır, insan yeni bir icattır. İkici düşünce ağlarımız insan merkezcilikle aynı anda ve birlikte şekillenmiştir. Foucault’nun altını çizdiği şey, söylemin ve bedenlerin nasıl iç içe katlanan güçler olarak birbirine dolandıkları değil miydi? Biri diğerini öncelemeden. Tüm olayların maddesel-söylemsel niteliğini görmek, madde ve anlam sürekliliğini görmek anlamına geliyor. Maddenin form alırken oynadığı aktif rolü görmezden gelmemek. Ya da başka bir yoldan Spinoza’nın deyimiyle, zihnin hali hazırda bedenin bir ideası, bedeninse zaten zihnin yegane nesnesi olduğu söylemekle eşdeğerdir bu. Form ve madde aynı andalık taşıyan, karşılıklılık ilkesince organize olan ayrılmaz bir birliktir. Madde ve anlamın birbirine dolanan metamorfozu.


“Beden politiktir” söyleminin altında yatanın, bu düşünce mekanizması içinde sinsice işleyen bir ikicilik olmadığından emin olmak lazım. Toplumsal olayın nasıl bedenleştiğinden bahsederken, bu maddeselleşmeyi dışardan içeriye doğru tek yönlü bir ilişkisellik içinde anlıyorsak, hâlâ beden ve onu etkileyen söylemsel sarmalı birbirinden ayırıyoruz demektir. İç ve dış ayrımına varamayacağımız bir noktadan ‘bedenleşme’yi görmek gerekir. Bedenin doğrudan doğruya toplumsal olduğunu bir türlü kabul edememenin nedeni, ona sürekli bir içsellik atfetmemiz. Bu içsellik, en fazla tıbbi bir görselleştirme müdahalesiyle görünür hale gelen ham etin dokusal imajlarından ibaret olarak kabul ediliyor. Ya da en çok başvurulan bir görüşte içsellik, daha çok “ruhsal” ya da olmadı “zihinsel” bir antite olarak okunmaya devam ediyor. Beden hala bir kap; aslında zihinsel ya da ruhsal olarak deneyimle değişikliğe uğrayan iç bir kendiliğin, içinde hareket ettiği mutlak bir mekan olarak anlaşılıyor. Kendisine bir “içsellik” atfedilen taşıyıcı bir gövde. Bu yakalaşımdan çıkarsanacak bir beden anlayışı, farklılaşmayı ancak mekanizması sözsel olan toplumsallığın, bedenin mutlak yüzeyi üzerinde bıraktığı izler olarak okunur kabul ediyor. Hâlâ ham etin, kendi kendini organize etmeye dönük değişim yaratabileceğine, etin farklılaşmada bir rol üstlenebileceğine dair bir inançsızlık söz konusu. Farklanmaya dair ete olan güvensizlik genel olarak maddeye karşı bakışımızı yansıtıyor. Mesele etten bir mucize beklemek değil, tam tersine ne görünür olanın ne de görünmez olanın birbirine indirgenemeyeceğini, bedenin tüm bedensellikler gibi –cisimsel olmayanlar da dahil– içerden dışarıya açılan ve her zaman başka bedenlerle ilişkisinde ortaya çıkan farklanmasını kavrayabilmek için yeni kuramsal araçlar yaratmaktır. Bu araçlar, ne sadece kendisi de bir söylemin içine düşmekten kurtulamayan bilimlerden ne de kendini yalnızca kavramsal düşünceye bırakan analizlerden gelecektir. Bugün bedensel duygulanımın bilişsel süreçlerde rolünü araştıran bilimlerde ve felsefelerde baskın görüş, zihnin kontrolünde olmayan bir bedensel duygulanımın düşünülememesine dayanmaktadır. Düşünen bir öznenin varlığına ihtiyaç duyuyor genel kanı, bedenin kendi tepkiselliğini üretebilmesi karşısında. Ya da anlamın üretilebilmesi bedenin yalnızca araçsal olarak hizmet ettiği, başlıca bedenden ayrı zihinsel bir faaliyetin yani aslında düşünceyi her defasında sahiplenecek bir öznenin ürünü olarak görülüyor.


Öznesiz saf farklanmayı düşünmek bir çoğumuz için zor, çünkü kendimizi her eylemimizin faili olarak görmek yanılsamasına çok kolay kapılıyoruz. Kimliklenmeler altında yatan, onları her defasında yeniden sahiplenecek bir ben aramak zorundaymışız gibi. Aklın aşkınlığının yerine bu yeni materyalizmi geçirmek, bizi bedeni, türleri ve cinsleri aşan bir maddesellikte anlamaya götürecektir. Merkezinde insanın olmadığı, duygulanımlar ve arzuların kimlik oluşumunda asli bir yere sahip olduğu bir görüşü savunmak, doğal ve yapıntı arasındaki kurulan karşıtlığı da boşa çıkaracaktır. Makinelerin, sayborgların ve ucube bedenlerin oluşunu, öncelik sonralık dizilimine ya da asıl ve kopya olup olmadıklarına göre değil de, maddenin farklanmasının farklı derecesel katmanlılıklarına göre değerlendirmek, bedene, arada-olmaklık mefhumu ve duygulanımsal yani etkileyebilir ve etkilenebilir olmaklık kadar genel bir ilişkisellik kategorisi ile bakabilmeyi gerektirir gibi görünmektedir. Doğa-kültür sürekliliğinde ortaya çıkan, yatay düzlemdeki bu beden anlayışı,

iktidarın tekniklerini görmezlikten gelmek anlamına gelmez. Tam tersine bizi kategorik farkların bulanıklaşması üzerine yeniden düşünmeye davet eder. Maddenin farklanması dışlama ve tahakküm mekanizmalarını nasıl işletmektedir? Taze bir bakış açısıyla yeniden bakmamız gereken bu mekanizmaların içinde insanın sürekli kendine biçtiği, diğer tüm farklanmaları baştan başa kateden bir “insanlık” kategorisi değil mi? İnsan olmaklık kategorisi, tüm kimliklerin ötesinde, onları aşan bir normallik, sağlıklı olmak, mükemmel işleyen bir fiziksel doğaya sahip olmak tahayyülünü sözlüğümüze sokuyor. Bedeni verili bir tahakkümün ve zaman dışı bir iktidarın işlediği mutlak bir kap haline getirmek, ve ayrıca bulanıklaşan cinsiyetler arası kategorik ayrımı heteroseksüel ikiliklere sıkıştırarak anlamaya çalışmak, cinsiyetlenen bedenlerin nelere muktedir olduğunu anlamaktan uzaklaştırır bizi. Ne iktidar ne de bedenler verili değildir. Braidotti’nin dediği gibi, ikisi de daha ziyade karşılıklı birbirine sarmalanan bir “etkiler akışı” olarak anlaşıldığında, tahakküm mekanizmalarının bir yerlerde gizli, bulunmayı bekleyen kaynağına ulaşmaya çalışmaktan çok, iç ve dış ayrımını yıkan bir maddesellikte nasıl cisimleştiğini anlamaya koyuluruz.


Bu sayıda KaosQ+ üzerine düşen görevi yapıyor ve bedene daha önce bakmadığımız açılardan bakmaya, başka açılardan dokunmaya ve başka açılardan onu dinlemeye çalışıyor. Odağına sadece insan bedenini değil, “ne idiği belirsiz” ya da soyu sopu belli olmayan melez bedeni alıyor. Melez beden bize, öncelikle insan merkezcilikten kurtulmuş, merkezsizleştirilmiş, türler ve cinsler arası ayrımları yıkan, madde ve söylemi birbirinden ayırmayı reddeden, bu ikisinin birliğinde şekillenen yaşamsallığı ön plana çıkaran bir “yaşam siyaseti” öneriyor. Normal, sağlıklı, mükemmel bir fizyolojiye sahip hetero-insanın mülkünde olmayan üretken canlılığı ortaya koyarak, birbirinden ayrı tutulan türler ve kategorileri yıkarak geçen, yaşamın dinamik ve kendini örgütleyen gücüne vurgu yapıyor. Kimliklerin ve kategorilerin çürüterek öldürdüğü bedenleri yeniden diriltiyor. Ama bu defa, zombilerin biyopolitiğini yapan siyaseti hümanist bir ölü sevicilikten kurtarıp, onu tüm yaşamsal güçlerin eşitliğinde kavrayacak bir anka kuşu olarak beliriyor. Köpek başına, insan yüzüne ve aslan pençelerine sahip memeli bir tavus kuşu olarak; birbirinden ayrı düşündüğümüz Dünya ve göğü birbirine bağlayacak olan, hayat ağacına konmuş bir yaratık olarak görünüyor melez beden. Melez olanı odağımıza aldığımızda, öleceği zaman ateş olup kendini yakan ve sonra kendisinden yeniden doğan yaşamın küllerinden doğacaktır siyaset.


Ayşe Uslu

Ankara

Kaos Q+

Tunus PTT, PK 12, Kavaklıdere-Ankara

+90 312 230 6277

İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Kurumu SIDA Logo kaosgldergi.com sitesi, Gökkuşağı Projesi kapsamında, İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Kurumu SIDA tarafından desteklenmektedir.
Validation error occured. Please enter the fields and submit it again.
Thank You ! Your email has been delivered.