Sunuş
Ses - 14 4-6 Sezgin İnceel
“Ses(ler)imizin ses(ler)i
“Kimin sesi makbul kabul edilir? Hangi bedenler ‘uyum’ içinde çalışır? Hangi kültürel, finansal, sembolik ve sosyal sermayelerin sesleri daha çok çıkar? Hangi bedensel ya da toplumsal normlar sesi şekillendirir? Sesin kendisi kadar sessizlik de bir ses olabilir; peki hangi anlamları üretir?” Çağrı metnimiz bu sorularla başladı ve gelen farklı yanıtlarla sesin farklı boyutları üzerinde düşünmeye, bu boyutların birbiriyle ilişkilerini anlamaya, sesi bir bütün olarak tekrar ele almaya ve en önemlisi güç ilişkilerini görünür kılacak şekilde yeni sorular üretmeye çalıştık.
Sevgili Aylime Aslı Demir ile bu sayının teması için kafa yorarken kendi ses(ler)imle geçirdiğim 40 küsur sene kuşkusuz bana ilham oldu; ama editörlük yolculuğu bana bu yolda unuttuğum başka birçok hikâye olduğunu da gösterdi. İnsan sesi beni oldum olası etkilemiş, benim için en güzel müzik enstrümanlarından biri olmuştur. Dünyayla ilişki kurmamda bana büyük kapılar açmış radyo ve kasetlerle büyümüş biri olarak o zamanlar çok severek takip ettiğim sanatçıların seslerinin benim için ne kadar büyük anlamlar taşıdığını bu sayının hazırlık sürecinde bir kez daha anladım. Hâlâ da sevdiğim ses sanatçılarıyla ilişkilerim çoğunlukla onların görselleri üzerinden değil, sesleri üzerindendir. Kendi sesimle kurduğum ilişkide ise, hayran olduğum sanatçıların seslerine gösterdiğim nezaketi kendi sesime göstermemin seneler aldığını geçen sene başladığım bir projede fark ettim. Tabii bunda, Michel Foucault’nun (1990/1976) söylem ile güç ilişkileri arasında kurduğu bağlantıya dayanarak toplumun sesim üzerinde kurmaya çalıştığı tahakkümün payından da söz edebiliriz. Örneğin çok küçükken büyük bir hevesle şarkı söylerken, sesim “kız gibi söylüyorsun” ya da “sesin çok ince” sorularıyla baş etmek zorunda kalmış. Ya da ne zaman telefona çıksam “Bayan(!?) mısınız, erkek mi?” sorusuyla karşılaşıp yutkunmuş. Ergenlikle beraber sesimin mutasyona uğradığını (yaklaşık bir oktav kalınlaştığını), beni tanımadıkları için telefonu yüzüme kapatan ve okulun ilk haftası her ağzımı açtığımda benimle dalga geçen arkadaşlarım sayesinde anlamışım. Ne kadar ilginç ki çok tiz olduğu için “kız gibi” duyulan sesim, bu sefer de “çok kalın” olduğu için dalga konusu olmuş. (Yıllar sonra anlıyorum ki onların derdi tizlik-peslik değil büyük ihtimal tavırmış: Belki kelimeleri vurgulama şeklim, belki dilbilgisini özenli kullanma isteğim, belki de seçtiğim kelimeler, ama bu başka bir yazının konusu). Şarkı söyleme sesimle kurduğum ilişki ise tabii ki tüm bu çetrefilli yollardan nasibini almış. Mesela bir dönem nasıl ki konuşurken sesim efemine çıkmasın diye büyük özenler göstermişim, onun gibi bir dönem de şarkı söylemeye küsmüşüm. İkinci üniversite öncesi müzik bölümünü kazanabilmek için şan dersleri almaya başladığımda ise bedenimde bir yerlerde büyük bir sesin saklandığını keşfetmişim. Yıllarca münasebetsiz sorular sebebiyle içimde bir yerlerde bastırmaya çalışsam da o ses dış dünyaya küsmemiş; elimdeki araçları doğru kullanmaya başlayınca opera aryaları söyleyebilecek, sonra zamanla kendi şarkı söyleme tavrını bulacak bir hâle gelmiş. Profesyonel anlamda şarkı söyleme ve akademisyen olarak müzik ve toplumsal cinsiyet ilişkisi üzerine düşünme sürecimin başlangıcı da buraya tekabül ediyor.
Tüm bu hikâye aslında sadece bedensel değil, ifade (kimlik ya da aktivizm) anlamındaki ses(ler)imle geçirdiğim süreci de anlamama yardımcı oldu. Bilgi ve deneyimlerimi doğru yerlere aktarmaya başladığımda sesimin ne kadar yüksek çıkabildiğini ne kadar çok kişiye dokunabildiğini, hatta bazen sesi olmayanların sesi olabildiğini fark ettim (her ne kadar bunu bu şekilde ifade etmek beni rahatsız etse de). Karen Barad veya Donna Haraway’in geleneğinde posthüman performativite beden/zihin, insan/doğa gibi ikililikleri sorgularken müzikologlar ve müzik eğitimcileri bu teoriyi ses üzerinden de okurlar. İnsanın sesi sadece içeriden değil, dış dünyada iletişime girdiği birçok özneleşmiş varlık ile de ilişki hâlindedir; örneğin teknoloji, doğa ya da söylem. Bu perspektiften bakıldığında ses, bireysel ifade biçimlerini aşan, dinamik ve çok katmanlı bir olay olarak anlaşılmaktadır (Chadwick, 2020). Dieckmann (2024), stüdyo ortamlarında sesin mekân, teknoloji ve bedensellik ile etkileşimler yoluyla nasıl ortaya çıktığını ve bu süreçte maddi ve duygulanımsal boyutların nasıl vurgulandığını göstermektedir. Fjeldstad ve diğerleri (2024), bilimsel seslerin hümanist perspektiflerden feminist posthümanist perspektiflere geçişte nasıl değiştiğini incelemektedir. Bu bağlamda sesin müzik çerçevesinde ilişkisel, bedenselleşmiş ve süreç odaklı bir ifade olarak anlaşıldığından bahsedebilir ve hem fiziksel hem de ifade boyutunun Karen Barad’ın (2007) anlayışıyla iç içe geçmiş (entanglement) ve intra-aksiyon hâlinde olmasının muhtemel olduğunu söyleyebiliriz.
Bu sayının çağrısında da bu doğrultuda “Ses” temasını ucu açık bırakıp LGBTQ+’lar için sesi pek çok farklı boyutuyla görmek ve aralarındaki ilişkileri okumak istedik. Bu doğrultuda ilk yazı, bu alanda temel metinlerden biri olan Susanne Cusick’in Sinem Özer çevirisiyle Toplumsal Cinsiyetin ve Cinsiyetin Müzikle İcrası isimli metni. Yazı, Judith Butler’ın performatif toplumsal cinsiyet kuramından yola çıkarak özellikle şarkı söylemenin, bedeni ve sesi merkeze alan bir müzik icrası olarak kadınlık, erkeklik ve cinselliğin kültürel biçimde icra edildiği ve müziğin bu icraları hem yeniden üreten hem de dönüştürebilen politik bir alan olduğunu savunuyor. Daha sonra Rebecca Grotjahn’ın, Merve Ergün’ün çevirisiyle sunulan ve kadın–erkek ikililiğinde tanımlanmış soprano, alto, tenor gibi kategorileri queer teori ile ilişkilendirerek tartışmaya açtığı Sesin Cinsiyeti isimli metni var. Bu metin, şarkı söyleme pratiğinin “doğal“ değil, kültürel olarak inşa edilmiş bir cinsiyet sistemi ürettiğini ve sesin kadın–erkek ayrımının tarihsel, toplumsal ve estetik süreçlerle kurgulandığını gösteriyor. Grotjahn ile kurduğumuz iletişimde yazının Türkçeye kazandırılmasından dolayı çok mutlu olduğunu, fikirlerinin hâlâ arkasında olduğunu ama metni uzun zaman önce yazdığı için ön ekleme yapmak istediğini belirtti. Bu kısa metni de ana metinle birlikte sunuyoruz. Üçüncü olarak, Louis S. Bergonzi’nin Ece Durmuş çevirisiyle sunulan, okul müzik eğitiminin queer’leştirilmesine dair yazdığı Cinsiyet Çeşitliliği ve Cinsel Çeşitliliğin (Toplumsal Adalet Temelli) Müzik Eğitiminin Önüne Koyduğu Sorular isimli yazı var. Yazar bu yazıda Kevin Kumashiro’nun baskı karşıtı eğitim modelini müzik eğitimine uygulayarak hem müzik eğitiminin cinsiyetçi ve homo-/transfobik yapılarını sorguluyor hem de quuer’lerin seslerinin bastırılmadan bir müzik eğitiminin tahayyülünü kuruyor. Sonrasında Kazım Tolga Gürel’in Türkiye Ana Akım Medyasının “Ölü İsim” Problemi ve Trans İsim Stratejileri isimli makalesi, Türkiye’de ana akım medyanın transları polis-adliye haberlerinde ölü isimleri kullanarak seslerini kısmaya çalıştığını bir söylem analizi ile inceliyor. Bu sayının kapağındaki görselin sanatçısı ÖTE’nin metni Çizgi ve Ötesi ise 2024’ün küresel krizleri içinde sanatçının sınırlar, kimlik, kaos ve yeniden doğuş üzerine yürüttüğü varoluşsal düşünüşü anlatıyor. Yazının İngilizcesinin, Karayip merkezli siyah yazarlar kolektifi PREE tarafından ikincilik ödülüne değer görüldüğünü de eklemek isteriz. Kaos Q+’ın ilk dijital sayısı, kâğıt baskıda olmamanın imkânlarını kullanarak ChinaBird’in ses/müzik kaydı ile son buluyor. Yazarın kayda eşlik eden metni, kendi queer varoluşunu ses üzerinden kurarak kimliğini, acısını ve direnişini duyulur kılan bir hikâye olarak anlatıyor. Sayının kapağındaki görsel ÖTE’nin LIMEN (P.R.O.T.E.C.T.O.R) serisinden bir eser; Sınır Kadını.
Bu sayıya beni dâhil ederek bu güzel yolculuğa çıkmama vesile olan ve süreç boyunca her aşamada yanımda olan; özellikle de çevirilerin izin ve telif haklarıyla ilgili tüm bürokratik işlemleri halleden Aylime Aslı Demir’e, Kaos Q+ ekibine, yazıları özenle değerlendiren hakemlere ve bize seslerini emanet eden tüm yazarlara içtenlikle teşekkür ederim. Umarım keyifle okursunuz (ve dinlersiniz) ve umarım bu sayı hepimize ses(ler)imizi Sara Ahmed’in (2024) deyimiyle oyun bozacak ve rahatsız edecek şekillerde de çıkarmamıza ilham olur.
Kaynakça
Ahmed, S. (2024). The feminist killjoy handbook. Penguin Books
Barad, K. (2007). Meeting the universe halfway: Quantum physics and the entanglement of matter and meaning. Duke University Press.
Chadwick, R. (2020). Methodologies of voice: Towards posthuman voice analytics. Methods in Psychology, 2, 100021. https://doi.org/10.1016/j.metip.2020.100021
Dieckmann, S. S. (2024). Voicing voicing: Attuning to the material in studio recording the Lullaby Choir. Music Education Research, 26(3), 223–239. https://doi.org/10.1080/14613808.2024.2354737
Foucault, M. (1990). The history of sexuality: An introduction (R. Hurley, Trans.). Vintage Books. (İlk baskı 1976)
Fjeldstad, M. Y., Kvile, S., & Jenssen, R. H. (2024). Stretching and cracking: Becoming feminist posthumanist scholars in music education. Music Education Research, 26(3), 277–289. https://doi.org/10.1080/14613808.2024.2341241
Kaos Q+
Tunus PTT, PK 12, Kavaklıdere-Ankara
+90 312 230 6277
kaosgldergi.com sitesi, Gökkuşağı Projesi kapsamında, İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Kurumu SIDA tarafından desteklenmektedir.