I - Türkiye Ana Akım Medyasının “Ölü İsim” Problemi ve Trans İsim Stratejileri
Ses - 14 45-52 Kazım Tolga Gürel
Özet
Türkiye ana akım medyası, özellikle söz konusu “ötekileştirilen kesimler” olduğunda oldukça problemli ve çoğu zaman insan haklarına aykırı haberler üretmektedir. LGBTİ+’larla ilgili genellikle homofobik yargılarda bulunan ve sıfatlar kullanan haber üreticileri, kitlelerin “ortak zemin” olarak ürettikleri mana bloklarına uygun bir biçimde, onların klişeleşmiş yargılarını besleyerek ve homofobik basmakalıp fikirler üzerinden haber yazmaktadırlar. Özellikle translarla ilgili haberlerde kullanılan sıfatlar, ölü isimler ya da “travesti” gibi olumsuz cinsel kimliklerle çağrılmalar çok yaygındır. Transların kendi özgür iradeleriyle değiştirdikleri isimler, “takma ad” ya da “lakap” sıfatlarıyla ötekileştirilmekte ve yeni kimliklerine saygı duyulmaması, haber üretim pratiğinde onları özneleştiren söylemlerde ortaya çıkmaktadır.
Bu çalışma, ana akım gazetelerdeki haber üretimi sırasında translara yönelik isim stratejilerini gösterecek ve ölü isim olgusunu anlatacaktır. Translarla ilgili özellikle polis-adliye haberlerinde oldukça fazla kullanılan ölü isim, bir insanın hakkını gasp etme stratejilerinden biridir. Bu bağlamda, 2018-2020 yılları arasında ana akım gazetelerde yayımlanmış haberlerde trans kimlikli kişiler için ölü isim kullanımına ilişkin bulguları saptamayı amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda Google arama motoruna “2018 Travesti haber”, “2018 Trans haber”, “2019 Travesti haber” ve “2019 Trans haber” yazılmış ve arama motorundan “rastgele örneklem” şeklinde çekilen polis-adliye haberleri incelenmiştir. Bu haberlerin başlıkları ve spotlarında kullanılan ve haberin öznesi transları niteleyen sıfat ve isimler gösterilmiş ve isimlendirme şekli yorumlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Ölü İsim, Trans, Özneleşme, Hegemonya, İdeoloji, Strateji
ÖZNELEŞME VE ÖLÜ İSİM
İnsan isimleri zaman içerisinde değişir ve belli isimler değer kaybederek tarihe karışırlar. Örneğin Eski Türk kültüründe köpek kültünün varlığından söz edilmekte ve insanların “köpek” olarak adlandırılmalarına rastlanmaktadır (İnayet, 2013). Oysa bugün “köpek” kelimesi Türkiye kültüründe bir hakaret olarak anlaşılabilir. Halkların hafızasında yer eden siyasî, kültürel, ekonomik, sosyolojik dönüşümler veya dinamikler, destanlara, atasözlerine, deyimlere aksederler. Ayrıca bu değişimler ve toplumun anlam blokları bütün bir söz varlığına ve kişi adlarına da yansır (Yılmaz, 2020). Her toplumun kendi folklorundan beslenen bir ad verme olgusu, evrensel bir olgudur. Bir nevi zorunluluk olan ad verme olgusundan yoksun herhangi bir toplum yoktur. Verilen adın anlamının çocuğa geçeceği inancı; adın seçimini, veriliş şeklini, adı veren kişiyi etkiler ve ad vermeyi gelişigüzel bir davranış olmaktan çıkartır (Altun, 2004: 171).
Dil, yalnızca dış dünyanın algılanması için değil aynı zamanda insanın iç dünyasının anlaşılması için de birtakım işlevlere sahiptir. Kendi dışındaki varlıklara kelimeler atfederek onu anlamlandıran ve zihninde somutlaştıran insan, iç dünyasının ögelerini de kelimeler aracılığı ile anlamlandırır. Bu gereksinimin temelinde dil ve düşünce arasındaki ilişki bulunmaktadır (Hirik, 2021).
İnsan isimleri kültürün olumlu bulduğu, toplumsalın evriminde güç, güzellik, naiflik vb. gibi niteliklerle donatılmış ve toplumun inançlarıyla bağlantılı kelimelerden oluşur. Türkiye, iki kıta arasında bir köprü olan coğrafyadır. Çeşitli kültürleri birleştirir ve çok fazla halktan oluşur. Kültürün tarih boyunca çok hızlı evrildiği coğrafyalardaki isim çeşitliliği, coğrafyanın bir köprü ve ticari anlamda her dönem önemli bir nokta olmasından dolayı pek çok kültürün iç içe girmesi ile bağlantılıdır. Türkiye’de Türk, Arap, Kürt, Çerkez, Arnavut ve burada sayamayacağımız kadar halkın dillerinin etkisi vardır. Pek çok mezhebin inançları ve halkların çeşitliliği dolayısıyla isim çeşitliliği gelenekten günümüze kadar sürer. Ancak geleneğin ötesinde küreselleşen kültür ve görsel kültürün teknoloji aracılığıyla coğrafyalardaki egemenliği sayesinde yeni isimlerle hızlı buluşmak mümkündür. Sürekli olarak değişen akımlar ve moda olan dalgaların etkisi bu isim çeşitliliğini kat be kat artırmıştır. Tüm bunlara ek olarak bireyselleşme sonucu bazı insanların ailenin ve geleneğin onlara yüklediği isimleri reddettiği de görülmektedir. Egemen paradigmaya isyan eden bazı insanların isimlerini değiştirmesi ve cinsiyet ya da din değiştirerek yeni isimlerle buluşması sıkça görülebilen durumlardır. Muhafazakâr ve faşist kesimler bu durumdan rahatsız olsa da değişim yaşamın temelidir ve çok kültürlülüğün güzellikleri kabul edilmelidir. Tüm bunlar coğrafyayı, bir isim cennetine dönüştürerek kültürel çeşitliliği ve bu çeşitliliğin getirdiği zenginlikleri arttırmaktadır.
İsimler, zaman içinde yapısal değişimler sonucunda değişirler. Bir dönem moda olan isimler, zaman içerisinde eskirler ve sönükleşirler. Ayrıca isim, iktidarın çehrelerine tabidir ve iktidarın çehrelerini insanın benliğine taşır. Bunu taşımakla kalmayarak iktidarın ürettiği kimlikleri, bilince sabitler. Örneğin “erkek” ve “kadın” isimleri cinsiyet kimliğinin sabitlenmesinde önemlidir. Cinsiyetlendirilmiş isim, bir geminin denize demir atmasında olduğu gibi bedene cinsiyetini sürekli anımsatarak onu sabitler. Tıpkı cinsiyet gibi pek çok kimlik de isimle sabitlenir. Örneğin henüz görülmemiş ama ismi duyulmuş “Deniz”in (Türkçe’de unisex bir kişi adı) cinsiyetinin muğlaklığı sürer. Ahmet’in (Türkçe’de erkek ismi) ise erkek olduğuna dair yanılsama, sorgulamadan devam eder.
Ölü İsim, Kaos GL’nin “LGBTİ+ Hakları Alanında Çeviri Sözlüğü” adlı çalışmasında “Dead Name/Ölü isim”, kişilere doğduklarında verilmiş olan ve artık kullanmadıkları isim olarak tanımlanmaktadır. Uyum süreci sıklıkla yeni bir isim almayı da içerdiğinden daha çok trans insanlarla bağdaştırılan bir terimdir. Doğumda verilmiş bu isimlerin (atanmış isim) artık kullanılmaması gerektiğine işaret etmek için “ölü” denilmektedir. Devlet kurumları tarafından kayda geçirilmiş olsun veya olmasın, kişilere kendi seçtikleri isimler ile hitap edilmelidir (Kaos GL, 2020).
Özneleşme
Özneleşme, atmosfer gibi insanı saran bir kültürün onu, içsel ve biyolojik getirileriyle harmanlanarak biçimlendirmesidir. Biyolojik getirilerin hiçbirinin toplumsal kodlama dışında bir anlamı yoktur. Toplumdan bağımsız bir biyoloji yoktur. İnsan, çoğunlukla “seçmeden maruz kaldığı” koşullar ve sonrasında kendi seçimleri sayesinde değişir ve gelişir. Ancak bu değişim sürekli bir akış halinde olduğu için, bunların sürekli olarak yeniden üretimine karşı sabitlenmeye/sabitlemeye ihtiyaç duyar. Benlik bir ben sanrısına sahiptir. Lacan’a göre, benlik, dil yoluyla oluşan bir serap gibidir (Lacan, 2013). Özne, akışın hızına kapılmamak adına pek çok konuda bilincini sabitleyerek var olma çabasına girişir. Değişime karşı olguları muhafaza etme ihtiyacı, belirsizliğe ve sürekli akışa karşı duyulan korkudan kaynaklanır. Aidiyet, kategorizasyon, sınıflandırma ve isimlendirme bir anlamda bu değişimin karşısında konumlanan biçare muhafazakâr duruşlardır. Muhafazakârlık, bir zamana dahil olurken onu dondurma ve durdurma sanrısı geliştirebilme mücadelesine dönüşmeye mahkûm bir ideolojidir. Yaşamı dondurarak ya da yavaşlatarak içine dahil olabilmek ya da akışı bilincin hızına paralelleştirerek güvende kalabilmek çabalarıdır. Sabit bir isim ve sabit bir kimlik, sabit olan her şey gibi bir sanrıdır.
İnsanın ismi, özneleştirilişin sürekliliğine karşı bir tür sabitlik sanrısı üreten bir tür çapa gibidir. Huffer’in bir çeşit çoğulluk olarak tarif ettiği (Huffer, 2009) ve herhangi bir sabit tözden söz edilemeyecek olan özneleşme süreci; sabit bir ruh, bir an ya da bir varoluş biçimi değildir. Özneleşme dışında sabit bir “insan formu” yoktur ve insan olmak, doğumdan ölüme kadar özneleşmek demektir. Mezarın, ölümle ilgili bilinmezliği ve sonsuzluğu bir sabitliğe dönüştürmesinde olduğu gibi isim de akışı ve sürekli özneleştirmeyi durdurma çabasına girişmektir. İsim, sürekli devinimi sabitleyen unsurlardan biri, belki de en önemlisidir. Her kimlik gibi, akışı, belirsizliği ve sürekliliği sabitleme çabası olan isim; bir tikel kimliktir.
Tikel kimlik olarak isim, Foucaultyen anlamda bir dispozitiftir; ki Deleuze de buna vurgu yapar. "Dispositif" kelimesi, Türkçe’de düzenek, tertip veya mekanizma gibi anlamlara gelir ve Fransız filozof Michel Foucault'nun çalışmalarında bilgi, iktidar ve pratikleri bir araya getiren iktidara entegre edici bir yapıyı ifade etmek için kullanılır. İnanç, taklit ve arzu üzerinden süren sonsuz akış (Deleuze, 2023, s. 64), bilinçte bir sabitlenmeye ve özneleşmeyi “insan” olabilmek için yavaşlatmaya ve durdurmaya ihtiyaç duyar. Aksi halde özne, oluşamayacak ya da oluşsa bile sembollerde buluşamayacak ve “psikotik” olarak damgalanacaktır. İsim dispozitifi, Deleuze’ün bahsettiği panoptik bir dispozitifin, bakışın iktidarının nesneleri sabitlemesindeki gibi özneyi bilişsel bir konumda tutmaktadır. Deleuze, panoptik dispozitifin her şeyi gören iktidar problemine karşı, kuvvetin deviniminin durdurulmasını gözetleyen bakışın, iktidar probleminden doğan teknolojik bir yanıt olduğunu vurgular (Deleuze, 2023, s. 65). İsim de bir tür içsel panoptik bakış sağlar. Öznenin kendi varlığıyla muğlak ve çok da sabit olmayan ilişkisine bir çapa ve sabitleme görevi görür.
Tüm bu içsel bakış, sadece ve sadece özneyle ya da toplumun zamansal bir kesitiyle ilgili değildir. O kültürün tarihiyle de ilgilidir. Kapital’in 1. cildinde Karl Marx, “ölü diriyi yakalar” demektedir (Marx, 2011, s.17). Bu, tarihselliğin o ana yüklediği kaotik güçlerin insana yüklenmesi ve insanda yeni olan ne varsa bununla çatışması anlamına gelir. Değişim ve akışın kuvveti ile tarihsel yükün kuvveti arasındaki ilişkide sıkışmış olan insan, özneleşme sürecinde bir anlamda “icat” haline gelir. Deleuze’e göre icat, tekil kuvvetlerin buluşmasıdır. Birbirlerine çeşitli stratejilerle eklemlenmeleri ve birbirlerini dışarıda bırakmaları ile şekillenen bir iktidar stratejisidir (Deleuze, 2023, s.43). Her insanın birbirinden farklı olması, özneleşmenin bu iki büyük kuvvet arasında gerçekleşmesi ile mümkün olmaktadır. Diriyi yakalayan “ölü” ile diriyi özneleştiren çaprazlama kuvvetlerin anda ve bilinçte vücut bulabilmesini sağlayan temel araç ise dildir.
Belli bir tarihsel ve sosyal sistemin anlam yapısının içselleştirilmesi dile yansımaktadır ve dünya görüşünün toplumsal olarak nesnelleşmesinin, bir anlamda maddileşmesinin yolu dildir (Luckmann, Berger, 1967 s. 91). Sosyal sistemin insan üzerinde cisimleşen hallerinden birinin de isim olduğu iddia edilebilir. Çelik’e göre, sosyolinguistik bir fenomen olan isimler, toplumun kolektif hafızasında yer alan dönüşüm ve kırılma evrelerini dile yansıtan sembollerdir (Çelik, 2006). Kırılma evrelerinin isim üzerindeki etkisi özellikle medyanın toplum üzerindeki etkisinin arttığı 1980 sonrası süreçte değiştiği söylenebilir. Özellikle 1980 sonrası isimlendirmeler toplumsal kırılmalardan öte popüler kültürün etkisinde gerçekleşmektedir. Popüler kültür insanların özneleşme sürecinde her noktada etkilidir ve bu isimlendirme pratiklerine de yansımaktadır. Yegin’in “Popüler Kültürün İsim Belirlemeye Etkisi” adlı çalışması bu savı güçlendirmektedir. Çalışmada Türkiye’de 1960-2018 yılları arasında yaşanan siyasal ve toplumsal olayların sonuçları dikkate alınarak veriler yorumlanmıştır. İncelenen yıllar arasında, Türkiye’de popüler kültürün etkisinin sonucu olarak futbolcuların, sanatçıların ve dizi-film karakterlerinin ailelerin isim belirlemesinde ilham verici olduğu ortaya konmuştur (Yegin, 2020).
İnsanlaşma sürecinde isim, bir dilde benliğe en fazla yapışan kelimedir. İsim, bilince yapışır ve onunla ayrılmaz bir bütün olur. Goethe “Dichtung und Wahrheit” eserinde şöyle söyler: “Bir insanın özel ismi, sadece o insanın etrafını çevirmiş ve gerektiğinde çekilip çıkarılabilecek bir örtü gibi değildir. İsim insana kök salmış, onu yaralamadan ondan sıyrılamayan ve kazınamayan deri gibidir (2015, s.433).” Goethe’nin “kazınamayan deri” diyerek metaforlaştırdığı isim, bazı durumlarda sosyalizasyonu kazımak istercesine bir tepkiye maruz kalarak yırtılıp atılabilir ya da eğilip bükülebilir.
İnsanın isimle ilişkisi her zaman uyum içerisinde değildir. Özneleşmenin en temel belirleyicilerinden biri olan isim, insanın içsel iletişiminin en etkileyici unsurlarından biridir. Toplumsal sınırlarla uyumlu olmak, insan isminin niteliklerindendir. Foucault’nun “sınır-tutum” dediği kavramsallaştırma burada devreye girmektedir. Foucault’ya göre, belli bir zamana bağlı olan çevre, öznenin konumunu ve özneleşmesini belirler. Tarihsel normatif sınırlar deneyimlere ve nesnelere yansır. Ancak aynı zamanda özdeşleşimle birlikte bu sınırlara yönelik eleştirel bir tutum da belirir. Foucault’nun (2011) “sınır-tutum” olarak kavramsallaştırdığı bu eleştirel tutum, kişinin ismiyle uyumsuzluğunu beraberinde getirebilir bir öznelliğin üretimiyle ilişkilendirilir ve “karşı-özneleşme” biçiminde karakterize edilebilir.
Öte yandan özneleştirme, ilgili kişinin öznelliğinin -davranışının, kimliğinin ve benlik duygusunun- merkeze alındığı bir iktidar yöntemidir. Foucault'ya göre hapishane teknolojisi, kişinin kim olduğunu değiştirmeyi amaçlar (Foucault, 2016, s.128). Bu, toplum denilen soyut olgunun öznelerde yaratmak istediği etkinin aynısıdır. Marşlar, dualar, semboller, mana blokları ve tüm bu sistem sanrısının temel hedefi, Foucault’nun hapishane stratejilerini özetlediği “kişinin kim olduğu gerçeğini unutturmak” üzerine şekillenmektedir ve “özneleştirme” kelimesi bunu karşılar.
Foucault’ya göre modern özneleştirme üç izleği takip eder: Söylem kurulumları içerisinde inşa edilen bilgi öznesi, dispozitifler içerisinde uyumluluğu takip eden iktidar öznesi, eylemlerinin sorumluluğunda olan etik özne. Bilgi öznesi ve iktidar öznesi, etik özneye nazaran dışsal ve önceden belirlenmiş stratejilerden oluşur (Foucault, 2011, s.58). Etik özne, kendiliğin dışsal belirleniminin ontolojik eleştirisini içerir (Foucault, 2015, s.9-10). Özneleştirici stratejilerin bilgi ve iktidar kiplerinin en üst düzey temsilcisi olan isimdir. “Kazınamayan deri” olarak metaforlaştırılmasının nedeni işte bu varoluşu etkileyen gücüdür. Ancak etik özne, karşı-özneleşmenin bir direniş stratejisi olarak bu deriyi kazıyacak güce de sahiptir. Etik özne, benliğin tüm varlığını dönüştürebilecek güçtedir.
Özneleştirme, baskı araçları ve korkutmayla disipline etme değildir; benliği sorgulama sınırlarının içselleştirilmesidir. Özneleştirme araçlarına tabi olma durumunda özne seçim yapmaz, öğrenileni geliştirir ve öğrenilenle sosyalleşir. Bu sosyalleşmenin sınırları içerisinde kalır. Karşı-özneleştirme sırasında özne, seçim yapar ve seçimi dahilinde sınır-tutum baskılarla mücadele eder ve kimi zaman ona yüklenen mana bloklarını da kırar. Cinsiyet, inanç ve çeşitli dogmaları sorgulayarak ya da sorgulamadan terk eder. Gortler’e (2020) göre, karşı-özneleştirme, kişinin sorumlu tutulduğu süreçleri tanımlamasını sağlayan iktidar ilişkilerini yeniden ele almaya yönelik dönüştürücü, yaratıcı ve yenilikçi bir girişimdir. Karşı-özneleşmenin öz-dönüşüm pratiklerinden en köklülerinden birisi de isim değiştirmektir.
Butler’a göre yaralayıcı ifadeler özellikle adlandırılmayla ilişkilidir. Butler, bir adla çağrılmanın bir toplumsal varoluş imkânı ve kişiye bir alan açtığını söyler. Yaralayıcı bir dille çağrılmak ise bu alanı kapatma çabasıdır. Ancak Butler, buradaki sürecin ikiliğine de gönderme yapmaktadır. Yaralayıcı bir dille ve adlandırılmayla çağrılmak, kişiyi felç eden bir etkiye sahip olduğu gibi onda direnişe de neden olabilir (Butler, 2019). Yaralanabilirlik; bir kümelenmeye, öfkeye, gruplaşmaya ve direnişe neden olabilir. Gerçekten de yaralanabilirlik toplumsal ilişkileri değiştirir ve koşullandırır. Butler’a göre yaralanabilirlik, sadece edilgen bir tavır değildir. Bu, direniş pratikleri dahil, şekillendirilmiş toplumsal ilişkiler kümesi dikkate alındığında görülür. Yaralanabilirliği şekillendirilmiş toplumsal ilişkiler ve eylemler olarak görmek, direniş biçimlerinin neden oldukları biçimde ortaya çıktıklarının anlaşılmasında yardımcı olabilir. Tahakkümü her zaman direniş takip etmese de eğer gücü çerçevelendirme biçimleri yaralanabilirlik ve direnişin ortak işleyebilmesini kavrayamazsa yaralanabilirlikle açılan bu direniş alanları doğru tanımlanamayabilir (Butler, 2020). Butler’dan yola çıkarak şu ihtimal iddia edilebilir: Yaralayıcı dil ve ölü isimle adlandırmalar, karşı-özneleşmeyi sağlamlaştırmakta ve ona yapıyı kıracak bir atılım gücü verebilmektedir.
Ölü İsim
İnsan, erekselleştirilmiş, arzu ve duygulanımlarla donatılmış bir formdur (Deleuze, 2023). Trans, bedensel göstergelerini değiştirmektedir. Ancak bu basit bir eylem değildir. Bir göstergeler bütününden farklı bir dizgeye doğru evrilmek, tüm bilinci ve insan denilen formu biçimlendiren katmanlı bilgiler bütününü de etkiler. Bu, köklü bir paradigma değişimidir. Deleuze’e göre değişen göstergelerle birlikte, katmanlı bilgiler ve onların bağlı olduğu fonksiyonlar da değişir. Ereksellikler, formdan forma geçiş yapar (Deleuze, 2019). Cinsiyet dönüşümü; tekillikler arası geçiş, kuvvetler arası ilişkilerde farklı bir noktada konumlanmaktır. Bu, iktidar ağında ve akışındaki bir formun, bir göstergeler bütününün değişimidir. Cinselliğin sonsuz çeşitliliği içerisinde bir yer bulma ve sabit kalma ihtiyacıdır. İsim, akışa karşı bedene ve bilince atılan bir çapa görevi görmektedir.
Ölü isim; istenmeyen bir bilişsel durumun, bir yaşam dizgesinin, bir tutsaklığın simgesidir ve bu anlamda metaforik olarak alınmış kötücül bir urdur. Kapatılmak istenen pek çok yaşanmışlığı simgeler. Bu anlamda kişiye hatırlanması ve özellikle topluluk içerisinde bu isimle duyurulması gerginlik ve anksiyete kaynağı olabilir. Goffman’ın “toplumsal bağlamlarda üretilen ve karşılaşılması muhtemel kategorilerin simgesi” (Goffman, 2014, s.30) olarak işlev gören ölü isim, kişiye uyum öncesi damgalamaların hatırlatılmasını da beraberinde getirebilir.
Bu anlamda ölü isim kullanımı bir sembolik şiddet ve mikro-faşizmdir. Mikro-faşizm, mikro-agresyonların birleşmesi üzerinden kurulan ilişkiselliklerin kişinin benlik kurgusuna verdiği zarardır. Estetik kaygılardan türeyen “olumlu beden” ölçütlerine uymamaktan sağlamcılık (ableism) ideolojisinin beden üzerindeki hakimiyetine kadar pek çok noktaya varabilecek gündelik ilişkilerdeki olumsuz, alaycı, küçümseyici ifadelere kadar pek çok şeyi kapsayan olgular mikro-faşizmin çerçevesindedir. Mikro-faşizmin çerçevesi içerisindeki mikro-agresyonlar, yabancılaşmış bireylerin maddi yaşamdan aldıkları darbelerin telafisine yönelik hareketler ve bir çeşit öteki üzerinden “kendini tamamlama ve ‘tam’ hissetme çabası” olarak tanımlanabilir.
Arijs ve diğer araştırmacıların Belçika’da on LGBTİ+ gençle yaptıkları çalışmada bu gençlerin mikro-agresyonlardan nasıl zarar gördüklerini ortaya koymuşlardır. Yalnızlık ve sadece aynı kimlikteki insanlarla iletişimde kendilerini rahat hissetme, toplumsal ilişkilerde gerginlik vb. gibi semptomların nedeninin bu agresyonlar olduğu söylenmektedir. Çalışmada mikro-agresyonları yanlış cinsiyetlendirme, ölü isimle çağrılma, varlıklarının inkârı, kişinin kendisinden utanmasına veya kötü hissetmesine neden olma ve uygunsuz sözler veya şakalar gibi (ancak bunlarla sınırlı olmamak üzere) ilişki biçimleri içerisinde olduklarını göstermişlerdir. Daha ince ve günlük şiddet deneyimleri olarak ortaya çıkan psikolojik ve sözlü şiddet biçimleri olarak tanımlamışlardır (Arijs, Burgwal, vd., 2023).
Butler ve Athanasiou’nun “mülksüzleşme” olgusu, “yeri olmama”, “gözden çıkarılabilir olma”, “yarı-yurttaşlık statüsüne indirilme” ve “normatif sınırların dışına itilme” ile gerçekleşmektedir. LGBTİ+’lardan “tiksinti duymak”, onların varlıklarını reddetmek ve kendi isimlendirmelerine karşı her türlü hareket aslında bir “mülksüzleştirme”dir. Butler ve Athanasiou; mülke sahip olanların, haklara ya da ekonomik işlevselliklerde daha avantajlı olma durumlarına dikkat çekmişlerdir. Bu avantajlı durumların özneleşmenin bir parçası olduğunu ama bunun aynı zamanda, bir dezavantaj olarak özneleri “normal” içerisinde sınırlandırdığını söylemektedirler. Mülkün ve avantajlı durumların, öznelerin bilinçlerini normatif bir kalıplara sıkıştırıldığını savunurlar. Deleuze’ün (2023) normali bir şiddet üzerinden tanımlamasıyla aynı perspektiften bakarak özneleştirmeyi de bir çeşit şiddet üzerinden okumaktadırlar (Butler, Athanasiou, 2016, s.46-55).
Belki de bu normalleştirmelerin bu şiddeti, öznelerin ötekiye karşı mikro-agresyonlarını tetikleyen bir dürtüye neden olmaktadır. Öznelerin mikro-faşist davranışlarının ötekiye yönelme nedeni ile ötekinin mülksüzlükten (yersiz-yurtsuzluktan) kaynaklı özgür alanlarının görülmesi ve bunun “norm”a karşı tehdidi olabilir. Ölü isim, atanmış bir isim olarak mülkün temeliyken; yeni seçilen isim, bir mülksüzlük belirleyicisi ve özgürlük alanı olarak görülebilir.
İsim, bir kişinin kimliğinin ve bireyselliğinin temel bir parçasıdır. İsmin gerçekten de bilinçte somut etkileri vardır. Bir kişinin adının doğru kullanımı, o kişinin saygı gördüğünü ve varlığının görüldüğünü hissetmesine yardımcı olabilir. Yanlış kullanım ise kişinin moralinin bozulmasına, dışlanmasına ve hatta tehdit altında hissetmesine neden olabilir. Bununla birlikte, yanlış isimlendirme yaygın bir durumdur. Tanıdık ve bilinir olmayan isimlerle karşılaşıldığında, konuşurken ismi yanlış telaffuz etme ve yazarken yanlış yazma eğilimi vardır. Diğerleri, ismini yanlış telaffuz etme korkusuyla bir kişiyle konuşmaktan kaçınabilir ve bu da izolasyona yol açabilir. Bir başka yaygın ihlal de bir kişiye artık kullanmadığı ve mevcut kimliğini yansıtmayan bir isimle hitap etmektir. Bu durum, ölü isimle temsil edilen travmaları yeniden ortaya çıkarabileceği için trans topluluğu açısından önemlidir (Roberst, Takir, vd. 2022).
Transların önceki isimleriyle ilişkilerini tanımlamak için kullanılan birkaç farklı terim vardır: ölü isim, verilen isim, atanmış isim, doğum ismi, yasal isim ve eski isim (Sinclair-Palm & Chokly, 2023). Bu kelimelerin çeşitliliği, isim ile insan arasında kurulan bağların yapaylığını gösterir gibidir. Ancak her ne kadar yapay ve toplumsal simgeler de olsalar isimler, özbenliğe yapışırlar. Trans topluluklarında artık oldukça yaygın olmasına rağmen, “ölü isim” terimi, diğer terimlere göre nispeten yenidir ve kavramın geçmişinin izini sürmek zordur.
Bu çerçevede Bradley’nin Birleşik Krallık’ta Galop adına hazırladığı Transphobic Hate Crime Report 2020 araştırmasında katılımcıların en sık aktardığı deneyimler istilacı sorular sorulması ve sözlü tacizdir. Araştırmada katılımcıların %81'i transfobik nefret suçunun bir türüne maruz kaldığını bildirmiştir. Galop’un bu araştırmasında “istilacı sorular”dan hemen sonra en yüksek oranda bildirilen transfobik eylemin kişinin ölü isminin hatırlatılması olduğu görülmektedir. Cinsel kimlik nedeniyle sürekli olarak tacize uğramak veya başkalarının kişinin varlığını kabul reddetmesini tekrar tekrar deneyimlemek, kişinin kim olduğunu ve varlığını kabullenmesini ve özgürce yaşamasını zorlaştırmaktadır (Bradley, 2020).
Bir trans bireyin seçtiği isme saygı duymak bir haysiyet ve güvenlik meselesidir. Başkalarının onları, kendi seçtikleri isim ve zamirlerle çağırdığını duymak önemli bir onay ve saygı biçimidir; bu onay olumsuz ruh sağlığı sonuçlarını büyük ölçüde azaltabilir. İsmini değiştiren insanlar, doğumda verilen ve ölü isim olarak bilinen eski isimleri; taciz, şiddet, istismar, fiziksel ve cinsel saldırı ve kendilerini tanımlamadıkları bir cinsiyet de dahil olmak üzere çeşitli travmalarla ilişkilendiriyor olabilir. Ölü bir isme veya yanlış cinsiyetlendirmeye sürekli atıfta bulunulması, geçmiş travmayı yeniden canlandırabilecek ve trans bireylere psikolojik olarak zarar verecek bir aşağılamadır (Gaskins, McClain; 2021).
Translar, yaşamlarının pek çok noktasında ölü isimle ilgili sorunlar yaşamaktadırlar. Şimşek’in hastanedeki seks işçilerinin yaşadığı hak ihlalleriyle ilgili çalışmasında transfobinin iletişime yansıdığını göstermektedir. Bu durum, genelde kişilere ölü isimleri ile hitap edilmesi, alaycı bakışlar, kişinin atanmış cinsiyetine göre servise yatırılması şeklinde gerçekleşmektedir. Damgalama ise seks işçiliğinin başta HIV/AIDS olmak üzere çeşitli hastalıklarla ilişkilendirilmesi biçiminde görülmektedir. Görüşülen seks işçileri, sağlık personelinin kendilerine kimliklerinde yazan atanmış isimle (ölü isimleri ile) hitap etmelerinin kendilerini incittiğini söylemişlerdir. Bu durumun Türkiye’deki sağlık kurumlarında sıklıkla yaşandığını dile getirmektedirler (Şimşek, Özgülnar 2022, s.63).
Taylor’ın yapmış olduğu bir diğer çalışma, yanlış cinsiyetlendirme ve ölü isim kullanmanın LGBTİ+’ların psikiyatristlere karşı güvenlerini sarstığını göstermektedir. Ölü ismi kullanma, bir kişinin cinsiyet kimliğini geçersiz kılan mikro-agresyondur. Transların kimlikleri için seçtikleri isimler, bir mücadelenin sonucunun simgesidir ve yeni bir yaşamın kucaklanmasını simgeler. Eski bir kimliğin ölümüyle birlikte o kimlikte yaşanan travmaların da sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil eder. Cinsiyet kimliğine uyan bir isim son derece onaylayıcıdır. Ancak birinin ölü adının kullanılması ve hatırlatılması, yüksek duygusal ve zihinsel kargaşayı beraberinde getirir (Taylor, 2022).
Ölü isim kullanma, ismini değiştirmiş kişiye saygısızlıktır. Pek çok kurum, transları sistematik olarak pek çok konuda dışarda bıraktığı gibi akademik disiplinlerin de dışına iter (Whitley ve diğerleri; 2022). Ayrıca bu durumun gençlerde çok daha büyük sorunlara yol açtığı bilinmektedir. Gençlerde daha yüksek intihar oranlarına kadar kalıcı olumsuz sonuçları olabilir (Project, 2020). Lourenco (2016) Amerika Birleşik Devletleri’nde bazı psikologların bu noktada bilinçli bir biçimde transfobik tavır takındıklarını söylemektedir. Ölü isim kullanımında saygısızlığa varacak kadar ileri gittiklerini tespit etmiştir. Ancak bu hekimler şikayet edildiklerinde gereken hukuki işlemler yapılmıştır. Hukuki işlemleri yapan bir devlet, hukuki korumayı sağlayan bir sistem, bu konudaki olumlu gelişmelerin önemli bir başlangıcıdır.
Natranslar genellikle cinsiyetlerini kamusal alanda onaylatırken, translar kamuya açık alanlarda her zaman uyumlu bir onaylama deneyimleyememektedirler. Örneğin, trans topluluklarında "ölü isim" olarak adlandırılan problemli deneyim, toplumsal cinsiyet kimliği ile çelişen terk edilmiş bir ismin yeniden ortaya çıkarılması; öznenin sosyo-sembolik varlığının merkezinde yer alan bazı noktaları harekete geçirebilir. Tıp doktorları ve psikiyatristler tarafından histeriklerin gerçek psikosomatik semptomlarının göz ardı edilmesinden farklı olarak, ölü isimle çağrılma eyleminde, kendini özgürce temsil edebilmekten yoksun bir trans deneyiminin inkârı söz konusudur (Cavanagh, 2019). Konu hakkında yeterince çalışma olmasa da kabul görme deneyiminin transların yaşamları üzerinde olumlu bir etkiye sahip olduğu iddia edilebilir. Cinsiyetlerinin başkaları tarafından onaylanması gibi, toplumdan edinilen olumlu deneyimler, transların kendilerine daha fazla güvenmelerini sağlayabilir ve ruh sağlıklarını iyileştirebilir (Cartwright, 2017, s. 51).
Bunun farkında olan bazı şirketler ve devletler çeşitli pratiklerinde LGBTİ+’ları korumaya yönelik tavırlar almaya başlamıştır. Şubat 2022'de sosyal medya uygulaması TikTok, topluluk kurallarında değişikliğe gitmiştir. Kullanıcıların, yanlış cinsiyetlendirme veya ölü adlandırma yoluyla transları hedef alan içerikler yayınlamasını ve paylaşmasını yasaklayan bir hükmü kabul etmiştir. Bundan sadece iki ay sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde Tennessee Temsilciler Meclisi, öğretmenlerin ve diğer devlet okulu çalışanlarının trans öğrencileri marjinalleştiren sıfat ya da ölü isim kullanımını yasaklamıştır. Ölü isim ya da aşağılayıcı sıfat kullanan okul memurlarına ceza uygulamalarını karara bağlamıştır. Öğretmenler, öğrenciye atıfta bulunurken öğrencinin tercih ettiği zamiri kullanmak zorundadırlar. Ohio'daki Shawnee Eyalet Üniversitesi'nde profesör olan Nicholas Meriwether, öğrencilerinden birinin tercih ettiği zamirleri kullanmayı reddettiği için 400.000 dolar tazminat ödemiştir (Kirk-Giannini & Glanzberg, 2022).
Türkiye Ana Akım Gazetelerinde Ölü İsim Kullanımı
Türkiye ana akım gazeteleri homofobinin inşasında ve heteronormativitenin kurulumunda pay sahibidir (Gürel, 2023; Aşçı, 2013; Yegen, 2014; Kılıç, 2011; Vardal, 2015). Kaos GL’nin 2021 yılındaki Medya İzleme Raporu’nda bir yıl boyunca LGBTİ+’ları konu edinen haber, söyleşi ve köşe yazıları incelenmiştir. Metinlerin yüzde 43’ü (1707 haber) hak haberciliği kapsamında değerlendirilmiştir. Bütün metinlerin yarısından fazlasını (yüzde 57) oluşturan 2273 haber metni, hak haberciliğine aykırı ve cinsiyetçi bulunmuştur. Bu metinlerde LGBTİ+’ların temel haklarının ihlal edildiği, nefret söylemi üretildiği, haberlerin ayrımcı dil içerdiği ve metinlerin LGBTİ+’lara ilişkin önyargıları beslediği tespit edilmiştir (Kaos GL, 2021).
Translar adliye-polis haberlerinde diğer bireylere göre daha sık yer almıştır. Transların fark edilebilecek düzeyde yer tuttuğu bu haberlerde onların görüşlerine yer verilmemektedir ve sesleri duyulmamaktadır. Transların en sık yer aldığı haberler, polis-adliye haberleridir. Bu haberlerde daha çok erkeklerin ve devlet görevlilerinin görüşlerine yer verilmektedir. Bu insanlar, bu şekilde sunulmaları nedeniyle toplum bilincinde daha fazla suçla özdeşleştirilmektedir. Transların kendileriyle ilgili görüş bildirebildikleri ve seslerini duyurabildikleri tek nokta sokak eylemleridir. Sokak eylemleri haberlerinde görüşlerini duyurabilmektedirler (Gürel, 2023). Ölü ismin kullanıldığı haberler genellikle cinayetlerdir. Transların mağdur ya da fail olduğu adliye haberlerinde, özneler ölü isimleriyle anılmaktadır ve doğrudan cinsiyetleriyle öne çıkartılmaktadırlar. Bu haberlerde transların nesneleştirildikleri ve saygın bir kimlikten çıkartıldıkları görülmektedir. “Homo”, “travesti” gibi aşağılayıcı bir dille haberleştirilmektedirler.
Kaos Q+
Tunus PTT, PK 12, Kavaklıdere-Ankara
+90 312 230 6277
kaosgldergi.com sitesi, Gökkuşağı Projesi kapsamında, İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Kurumu SIDA tarafından desteklenmektedir.