Queer Bir Girişe Doğru

QUEER BİR GİRİŞE DOĞRU - 1     4     Ayşe Uslu

Bir kavram olarak queer, bir ‘uzlaşmadan’ doğmamıştır. Ne de bir uzlaşma yaratmak amacıyla doğmuştur. Tam tersine üzerinde bir türlü uzlaşılamayan, daha başka deyişle bir türlü iletileşilebilir olmaya yanaşmayan bir alanın içinden fışkırmıştır. Bu doğup çıkma serüveni sancılı bir yaratım sürecidir. Bu kavramı yaratmanın arkasında yatan kavramsal kişilik, Eski Yunan’daki ‘dosta’, eşit insanların arasındaki tartışmada “muharebe alanı üzerinde uçan alaycı ve kendi kendine öten kuşa” benzediği kadar benzemekte, ama daha çok mutasyona uğrayarak eğilip bükülmüş ve insani olanla insani olmayan arasında salınan amorf bir yapıyı andırmaktadır. Bu kavramı yaratan gücü bir kişilik olmaktan çok, bir ‘akış’ olarak tahayyül etmek, kavramın tarihselliğinin ortaya koyduğu ‘çokluğu’ anlamak için yardımcı olabilir. Queer kavramı, tamamıyla deneyim alanının içinden doğmuş bir çokluğun yaratımıdır. Uğrunda işlenen cinayetleri ve işkenceleri düşünürsek, kanlı bir mücadelenin sonucudur demek belki klişe kaçabilir. Zaten sadece kana değil, tüm bedensel sıvıların karıştığı bir akışa, ve bu akışa katılan bedensel duyumların toplanışına işaret eder. Akışlar uzlaşmazdır, müzakereye gelecek kadar rasyonalize olmamışlardır. Politik mücadele alanı, tarihin çok ender anlarında, rasyonalize oldukları anda kendini sıfırlayıp en başa sardıran ve yeniyi üreten dilsel mekanizmalar üretmeyi başarabilmiştir. Queer de bunlardan biridir. Ne tümel ne tikel ne de tekil bir kavramdır. Benzerlik ve aynılık prensibi etrafında kurulan bir türün ortak adı olmak bağlamında ve deneyimi aşan, biyolojik ya da değil, bir öze dayanması bakımından ‘bütüne’ gönderme yapan tümel bir kavram değildir. Tekil bir hikâyenin değil, tekil bireyleşmelere indirgenemeyecek bir çokluğun yaratımından doğmuştur. Tikel bir kavram olmasıysa ancak ‘karşılaştırılamazlık’ prensibinin hesaba katılmasıyla mümkündür. Tikele gönderme yapmak, herkes için geçerli evrensel bir aynılığın normatif tümelliğinden pay almakla açıklanacaksa, queer düpedüz bu benzeşimler karşısında biricik olanın iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Bu nedenle queer için tuhaf, acayip, yamuk, anormal demek yetmez. Tuhaf olan şey normalize edilip ‘doğallaştırılmış’ bir algının karşısında/önünde duran figürken, queer daha çok krize girmiş figüratif bir özneye değil, krizin kendisine ve kriz potansiyeline tekabül eden bir kavramdır. Bireyleşmenin kişiler ya da belli karakterler üzerinden değil, bizzat ‘olay’ içinde ve olayın tikelleştirici doğası üzerinden anlaşılması gerektiği bir alana taşır bizi. Cins ve tür kategorileriyle düşünmenin ötesine geçmek demektir bu. Eğer queer için Türkçe karşılık olarak “cinsi-bozuk”1 demeyi tercih edeceksek, bu kelime dizimindeki “cinsin” cinsiyet anlamının da ötesinde taksonomik bir sınıflandırmaya, yani, birbirine benzeyen niteliklere sahip türler topluluğuna gönderme yaptığını düşünerek, kategorileştirilememenin kendisine tekabül ettiğini varsayabiliriz. Kelimenin Almanca’dan İngilizce’ye geçmiş hali “quer”, “çapraz kesen” ya da “aynı anda birçok çizgiyi kesen”dir. Mekânsal olarak birbirinden farklı noktalardan geçen çizgileri ‘aynı anda’ keserek zamansal bir yoğunluk yaratmaya, niceliksel olarak ölçülemeyecek niteliksel bir fark yaratmaya açılmadır queer. Bu nedenle onu, ‘oluşa’, akışa doğrudan gönderme yapması bakımından anlamak önemlidir. Akış eylem içinde oluşur ancak. ‘Kesme’ eylemi, ancak hareket halindeyken kendini doğrular –cinsiyet hali hazırda olduğumuz bir şey değil, olmakta olduğumuz, yapıp ettiğimiz bir şeydir; anatomik yapılanma ve cinsiyet arasında bir gereklilik ya da belirlenimci bir nedensellik ilişkisi yoktur. Levinas’ın “söylenmiş” ve “söyleme” arasında yaptığı ayrıma benzer şekilde, ancak eylemlilik halindeyken, deneyimin içinde kendini doğrulayabilir bir kavramdır queer. Eylem, olay, akış ve oluşa yönelmek, temsilin askıya alındığı bir alana açılmaktır; akış temsile gelmez, temsilden sürekli kaçan bir ontolojik zemin sunar. Queer’i temsil siyasetinin eleştirisi olarak görmenin ötesinde onu, doğrudan ‘temsiliyet’ fikrinin kendisine karşı bir noktadan okumak gerekir. Bu politik eylemliliğin kendisine olan yaklaşımımızı da değiştirecektir. Queer aktivizm ve queer teori arasında varsayılan ayrım, teorinin pratiğin içinden doğabilme potansiyelini gördüğümüz zaman ortadan kalkacaktır.
 
Felsefi düşünce uzun süredir her şeyin üzerine kurulacağı bir kesinlik noktası arayışında olmuştur, tıpkı toplumsal alanda ayrıştırıcı ekonomi-politik bir yapısal analiz imkanının aranması gibi. Bu anlamda, kurucu özne anlayışı uzun zamandır felsefenin arşimet noktası olmuştur. Anlam kurma etkinliğinin ‘bilinçli’ bir özneye bağlanması, bilincin kendisini de kuran, bilinç öncesi oluşun kendisini anlamayı zorlaştırmıştır. Bilinç öncesi, yani düşünümsel bilinçlilik halinin deneyimi dilsel kodlara dönüştürmediği faz, bizi yaşayan bedenin gerçekliğini ve dinamizmini görmeye çağırır. Toplumsal inşacılığa dayanan teoriler, söylem analizi sayesinde bedenin güç ilişkileri dolayımında nasıl kurulduğunu anlamayı kolaylaştırmasına rağmen, bedenin maddeselliğini oluşturan temsile gelmeyen arzulama, duyumsama ve duygulanma yeterliğinin, basitçe kültürel formların birer ürünü olmaya indirgenmesine yol açmıştır. Bedenin akışkanlığı, dilin performatifliğinin bir sonucu olarak görülmüştür. Kültürel formların beden üzerine kazıdığı dilsel çeşitliliğin ve dil edimlerinin bitimsiz yapısından gelmektedir bedenin dinamizmi ve akışkanlığı. Burada maddesellik öznenin tekrarlayıcı ‘çağrılmasıdır.’ Bedenin kendi kendini düzenleyebilme yeterliği, maddenin hali hazırda kendi içinde bulunmayan ‘forma’ devredilmiştir. Bu anlayış biçimselci bir madde anlayışının ürünüdür. Buna göre, madde kendi içinde farklılaşmadan ya da farklılaşma potansiyeline sahip olmadan kalır ve sadece form, üretken ve dinamik olarak kabul edilir. Toplumsal olanın bedeni de inşa ettiğinin kanıtını sunmaya çabalarken yeniden kültür-doğa, madde ve form ayrımlarına düşeriz. Bedenin verili olduğunu savunan epistemolojilerin yanlışlığını ispatlamaya çabalarken, bedensel deneyimin fenomenolojisini ve bedensel oluşun ontolojisini gözden kaçırırız. Oysa epistemolojinin ve ontolojinin aslında birbirinden ayrılmaz iki alan olduğunu kabul edebilir ve bedenin ontolojik olarak düşünümsellik öncesi evresine odaklanıp, maddeselliği verili tutmaya devam ederek, aynı zamanda epistemeolojik anlamda şüpheci olmaya devam edebiliriz. Brian Massumi’nin dediği gibi, bedenin maddeselliği asosyaldir ama sosyal öncesi değildir; toplumsal olan unsurları içinde taşır fakat onları bedensel oluşun diğer unsurlarıyla iç içe karıştırır ve dilsel olmayan ya da göstergesel olmayan bir mantıkla işler. Bedenin akışkanlığı geçmişin sürekli tekrarı ya da yeniden aktive edilmesi üzerinden değil, sürekli geleceğe açılan maddesel gücüllükler üzerinden anlaşılmalıdır. Kimlikleri kuran performatif dil edimlerinin belirleyici özelliği uzlaşımlarken, ki bu uzlaşımlar tekrar eden kullanımlarda varolan yasakları ve sınırlamaları beraberinde getiren anlam kalıplarını yeniden üretmeye yararlar, bedenin performatif gücü bilinçli anlam yaratım süreçlerinin ve onları sahiplenmeye hazır öznenin çok ötesinde maddesel bir yaratım sürecine sahiptir ve varlığın bu boyutu uzlaşımlardan bağımsız otonom bir doğaya sahiptir. Temsile gelmeyen bu alanda olan sadece olur. Bu fazda, edimlerin kaynağını bulmak için özneye gitmeye gerek yoktur, orada sadece maddenin rastlantısal akışı hüküm sürer. Buradan bakıldığında özne sadece bir yan etkidir. Bedenin dışarıya açılması ve aynı anda birbirinden çok farklı çizgileri kesebilmesi, dış ve iç ayrımını sorunsallaştıran bir ilişkisellik çerçevesinde bakıldığında, bu maddeselliğin üretici zemininde anlaşılabilir.

Çoklu kesilmelerüretici akımları onlarıtüketmeye muktedir tek bir kesilmede bastırmak yerine durmaksızınüretirçünküsentezler, yerel veözgül-olmayan bağlantılarıkapsayıcıayrımıgöçebe birleşimleri tesis eder; her yerde mikroskopik bir transseksüellik vardır ki, kadınların erkekler kadar erkek içermesini ve erkeklerin birçok kadın içermesini, cinsiyetlerin istatistiksel düzenini altüst edenüretimilişkilerine birinin diğeriyle, diğerinin biriyle dahil olmasını sağlamaktadır. Sevişmek ne sadece bir, ne de sadece iki olmaktır, ama yüz bin olmaktır. Arzulama-makineleri veya insani-olmayan cinsiyet budur: ne bir, ne de hatta iki, ama n... cinsiyet. (Deleuze & Guattari, 2012, 389)
 
Queer, n...cinsiyet fikrinin kristalize olduğu bir alana açılır. Kimliksizlik savunusundan çok, kimliklerin merkezsizliği üzerinde vurgu yapar ve aynı zamanda merkezsizleşme istemine işaret eder. Kimliklerin merkezsizleşmesi, başta ‘insan olmak’ tanımının sınırlarına doğru sürekli olarak zorlanması ve sonra fenomenolojik gerçekliğin insan olanla olmayan arasındaki ayrımları muğlâklaştıran bir zemin sunduğunun farkına varılması anlamına gelir. Edimselleşme alanında göstergelerin bitimli bir doğaya sahip olmadığının ve nihayetinde kimliklere dönüşen öznelliklerin her zaman yeniye açılan zamansal bir boyutu olduğunun keşfedilmesidir. Queer, cinsiyet ve cinsellik söylemlerinin önünde sonunda gelip maddeselliğin açıklanma çabasına dayandığı noktadan hareket etmektedir. Çünkü öncelikle, biyolojik ve anatomik indirgemeciliğe, ve sonra da kültürel kodların öznellik oluşumunda oynadığı role dönük temeldenci varsayıma bir karşı çıkıştır. Cinselliğin arkeolojisini araştırmaya giriştiğimizde verdiğimiz ilk tepkiler bu iki taraftan birini kabul etmeye dönük bir eğilimle sonuçlanmış, fakat yine de hem teoride hem de pratikte bu ikili indirgemeciliğin sonuç vermeyeceğini anlamaya götüren bir paradigma değişikliğine gidilmiştir. Bugün queer teori bu fikirle cebelleşmektedir. Bedenin ‘söylem’ tarafından şekillendirildiğini söylesek bile, söylemsel analize tabii tutulan her bir niteliksel farklanmanın maddesel oluşun imbiğinden geçerek meydana geldiğini görmek gerekir. Bedensel oluş, dilsel analize tabi tutulacak sadece ‘sözsel’ bir varoluş sunmaz ve söze indirgenemez. Bu anlamda, bedensel oluşun tamamlanmayan bir ‘süreç’ olması vurgusu, kimlik politikaları kategorilerinde öznelerin isimlendirilerek sunulmasına olan karşıtlığıberaberinde getirmiştir.
 
Cinselliğin politik eylem, strateji ve sistemlerle ilişkisini anlama çabası, felsefi ve kavramsal anlamda onu nerede konumlandırdığımızla yakından ilişkilidir. Kimi zaman örtük kimi zaman da kavramların bizzat kendilerinin mücadele aracına dönüştüğü durumlar söz konusu olabilmektedir. Bu bağlamda, örneğin, Gayle Rubin feminist politika içinde “cinsel özgürleşme harketine” farklı iki türden yaklaşımı örnek verir. Cinsel özgürleşmeyi doğası gereği erkek ayrıcalığının bir uzantısı olarak mı göreceğiz, yoksa hem kadınların hem de erkeklerin cinsel davranışları üzerinde dayatılan kısıtlamaları eleştirerek toptan bir özgürleşmenin savunusunu yapma yoluna mı gideceğiz. Örneğin pornografiye bakışlarındaki farklılaşmalar bu iki yakalaşımı ayırt edebilmeyi kolaylaştırabilmektedir. Gayle Rubin, queer çalışmaları açısından temel kaynaklar arasında kritik öneme sahip bu yazısında, cinselliğin daha keskin biçimde tartışıldığı ve daha aleni biçimde politikleştirildiği tarihsel dönemlere atıfta bulunarak, cinselliğin neden her zaman politik olduğunu anlatıyor. Cinselliğin, toplumsal cinsiyetler arasındaki ilişkilerin ve genel anlamda toplumsal ilişkilerin bağlantı noktası olma potansiyeli, queer teori ve queer çalışmaları açısından, onu merkezi önemde bir konuma taşır. Cinselliğin varolan cinsiyet ya da tür kategorilerine sığmayan akışkan doğası, queer teorinin ellerinde sınırların her daim bulanıklaştırılmasıyla hak ettiği yeri bulacaktır.  
 
Annemarie Jagose’un dikkat çektiği gibi “queer neye işaret edildiği tam olarak bilinmeden o noktaya dikkat çekmenin bir yoludur.” Cinsiyet ve cinsellik söylemlerinin her daim elden kaçmaya mahkûm ufuk çizgisidir. Kimlik politikalarının karşısında olmayı değil de, kimliğe bürünen her somut oluşumun içinden ve karşısından kimlik ve etkileri hakkında sürekli bir sorgulamayı imler. Doğasından ileri, karşılaştırılamaz farklılıkların vurgulandığı yerde, kimliğin bir ‘bütün’ olarak algılandığı metafizik anlayışlar boşa çıkmaktadır. Jagose’un metniyle birlikte, gey ve lezbiyen tartışmaları alanından, teorinin post-yapısalcı bağlamına kadar, queer kavramının tarihselliği içinde bir gezintiye çıkıyoruz. Bu yolculukta, queer’in sadece cinsel bir bağlamı mesele edinmediği aksine genel olarak “doğallıktan çıkarma” projesinin cinsiyet ve toplumsal cinsiyet dışında kalan kimlikleri de sorunsallaştırdığı gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Normatiflik düzeninin genel anlamda kimlik, toplum ve politika alanlarında başaşağı edilmesinin, queerleştirme stratejilerine nasıl bağlandığının kısaca özetliyor Jagose yazısında.
 
Bu sayının Theoria bölümünün son yazısı Claire Colebrook’a ait. Colebrook yazısında, Deleuzecü bakış açısıyla queer teori ve queer çalışmaları arasında bir ayrım yaparak, bir teoriyi kullanmanın ters çevrilmiş Platoncu izleğini incelemektedir. Queer teorinin ortaya çıkış düsturunun, deneyimleri aşan ve ötesinde bulunan bir takım kavramlara gönderme yapmak olmadığının ve aynı zamanda, queer teorinin işlevinin yalnızca yaşanmış deneyimlere ve varolan kurulu öznelliklere atıfta bulunarak normların istikrarsızlaştırılması ya da taciz edilmesi olmadığının da vurgusunu yapar. Daha ziyade queer teori üretmenin alanı, belli konumların ‘normalleşen’ özneler ya da yaşam anlayışları tarafından nasıl daraltığının araştırması olarak değil, asıl olarak belli türden bir teori anlayışının normalleştirici olduğu yapısal yönlere işaret etmektir. Bu ‘daraltılmayı’ anlamaya çalışırken kendimize alet çantası olarak seçtiğimiz bazı teorilerin, aslen kendi içlerinde bulunan bazı normalleştirici unsurlarının tuzağına kolayca düşebiliriz; örneğin psikanalizmin özneyi nasıl tanımladığının üzerinde eleştirel olarak yeterince durmadan, onu bir model almak gibi. Bizim için teorik çalışmaya başlamanın yolu, hali hazırda kurulu ve normatif öznenin olanaklılığının koşullarının araştırılmasıysa, bu yöntem bizi yine düşünceyi uzlaşma ve yadsıma üzerine konumlandırma ideolojisiyle başbaşa bırakır diyor Colebrook. Queer çalışmaları varolan heteroseksüel normallik eleştirisi yapan gey ve lezbiyen çalışmalarıyla ilgili olabilir, ama queer teorinin yeri asıl olarakteorileştimenin kendisinin ne mene bir şey olduğunu anlama çabasında yatar. Buna göre queer teori, yaşamın normatif imgesine toptan bir karşı çıkışla ve kendini sorulara açma açısından queerdir; “kurulu terimlerin ve sistemlerin eleştirel anlamda istikrarsızlaştırılması olarak değil, terimlerin ve ilişkilerin nasıl ortaya çıktıklarının bir incelemesi olarak.”  Öyleyse queer ‘teori’ açısından asıl soru şudur; düşünme queer’e nasıl yaklaşabilir?
 
Derginin Queer Çalışmaları bölümünde yer alan ilk makale Sibel Yardımcı’ya ait. Yardımcı, araştırma nesnesi olarak cinsiyet ve cinselliğin, araştırma ediminin içinde kurulduğu ve bu sürecin aynı zamanda araştırmacıyı da kuran bir süreç olduğunun altını çizerek araştırma ediminin queerleştirilmesi üzerinde durmaktadır. Buna göre, ‘istikrarsızlık’ düsturuyla bilimsel araştırma yapmak mümkün ve hatta gereklidir. Latourcu ‘ağ’ teorisini andıran bir biçimde, nesnellik iddiasından vazgeçilebilen; bağlamlara, konumlara, onları üreten söylemlere ve pratiklere odaklanan; kategorileri sürekli sorgulayan ve pratik alanın çeşitliliğine duyarlı bir bilme biçiminin olanaklılığını savunur. Queer, bilgi alanında, araştırmacının öz-düşünümselliğini imkanlı hale getirecek, araştırma alanının oynak zeminini gözler önüne serecek ve bu ikisi arasında araştırma etiğinin sabit kurallarını aşacak olası ‘yakın’ teması harekete geçirecek metodolojik bir‘devrim’ yaratmaya muktedirdir.
 
Alev Özkazanç, queerin bir dışarısı olup olmadığını sorguluyor yazısında. Neyi kapsayıp neyi kapsamadığını açıkça ifade edebilir miyiz bu kavramın? Ortaya çıkan sonuç queerin, eğer bir ‘içi’ varsa, bu içselliğin dalga dalga büyüyen ve birbirleriyle sürekli bir gerilim ve çatışma halinde olabilen, birbirinden farklı kaynaklardan beslenen normatiflik ve ihlal tartışmaları alanlarına açıldığı gerçeği. Queerin içi ve dışı arasındaki sınırın muğlak kalmaya mahkum olması, onun basitçe bir hak savunusundan ve hatta normatif tanımlara karşı bir politika önerisi olmasından çok, toplumsallığın farklı katmanlarından yükselen hak talepleri içinde Sokrates’in sineği gibi dolaşacak ve bu talepler içinde uyanıklığı ve sorgulamayı her daim canlı tutacak eleştirel muhalif mantığın kurulması ve sürdürülmesi aracı olarak görülmesine işaret eder. Laclaucu bir perspektiften bakarak queer, tikel ve tümel evrenseller arasındaki hegemonik ilişki hakkında, her türden düşünsel ve pratik çabanın kendince gerçekleştirmesi gereken ‘düşünümselliğin’ adı olarak görülebilir. Evrenselci özne tanımlamaları bağlamında değil, öznelliğin karşılaştırılamazlık ilkesi uyarınca ancak evrensellere ihtiyaç duymadan, asıl-kopya ilişkisi döngüsüne girmeden, yaratıcı yeni politik eylemlilikler ve ‘bakış açıları’ üretebileceğine değinilir. Özkazanç’a göre queer, “en iyi ihtimalle” evrensele ancak sadece farklılıkların siyasetini yapmak bakımından değil, aynı zamanda aynılık prensibine ihtiyaç duymadan bir ortaklık zemini yaratabilme potansiyeli bağlamında yaklaştığında, üretken bir politik araca dönüşebilir.
 
Queer Çalışmaları bölümünün son yazısı Nagehan Tokdoğan’a ait. Tokdoğan, medya kaynakları içinde gezinerek, varolan toplumsal söylemler içinde LGBTİ’lere karşı şekillenen ötekileştirici ve homofobik eşcinsellik algısını inceliyor çalışmasında. Foucault ve Butler’ın düşüncelerinden yola çıkarak, kurulu normative yapıların muhafazakâr söylem ve medyanın gücüyle birleştiğinde, ‘norm-dışı’ ya da sapkın olanı dışarıda bırakmak üzere nasıl bir ‘tehdit’ psikolojisi yarattığını örneklerle inceliyor.
 
Bu bölümün son çalışmasında, Türkiye literatürüne queer teriminin tanıtımını yapan ilk çalışmalardan birinin sahibi, Akıntıya Karşı, Defter, Beyaz, İskenderiye Yazıları, Ütopiya, Virgül, Siyahî ve Varlık dergilerinden tanıdığımız araştırmacı/deneme yazarı Yaşar Çabuklu ile queer üzerine yaptığımız söyleşiye yer veriyoruz.
 
Queer Çalışmaları bölümü, yapılan çağrılar doğrultusunda bize ulaştırılan ve queer çalışmalarına örnek gösterilebilecek tez çalışmalarının tanıtımlarını da içermekte. Her yayım döneminde devam edecek bu bölüm, Türkiye’de hali hazırda bu alanda yapılan akademik çalışmalardan okuyucuları haberdar etmek amacıyla tasarlandı. Queer teori ve queer çalışmalar konusunda yapılacak yeni çalışmaları ve aynı zaman da tamamlanmış tezlerin geçmişe dönük arşivini de oluşturmak niyetinde. Bu konuda sizlerin geleceğe dönük katkılarınızı bekliyoruz.
 
Derginin bundan sonraki sayılarında da karşılaşacağımız bir diğer bölümü Queeresk. Bu bölümde güncel politik, sanat, felsefe ve bilim eksenli deneme yazılarına yer veriliyor. Bu sayıda, Uyurgezer Situasyonist’e kulak veriyoruz.
 
Son bölümümüz QNEWS. QNEWS, queer çalışmaları alanında Türkiye’den ve Dünya’dan güncel haber niteliği taşıyan gelişmelerden okuyucuyu haberdar etme amacını taşıyor. Bu sayıda, queer teorisyeni ve aktivisti olan Jack Halberstam’ın, Kaos GL Derneği’nin 18 Mayıs 2014 tarihinde düzenlediği 9. Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma kapsamında “Devrimi Baştan Çıkarmak: Bir Gaga Manifestosu” başlıklı yaptığı konuşmadan Ezgi Koçak’ın izlenimlerini okuyoruz.
 
Son olarak, KaosQ+ projesi, Türkiye’de akademik anlamda henüz yeni sayılabilecek bir alana katkıda bulunmak için ortaya kondu. Bu dergi queer kavramının, yurt içinde ve yurt dışında teorik ve pratik alanlarda zaman içinde yaptığı sıçramaya ve aynı zamanda gelecekte bu alanla ilişkili olarak ortaya çıkabilecek mikro politikalara temas etmeyi hedeflemektedir. Bu anlamda KaosQ+, queer teoriyi LGBT’lere özgü bir kimlik politikası olmanın çok ötesine taşıyarak, teorileştirmenin kendisini sorgulamanın peşinde olacaktır. Queer teori ile iktidar, marjinallik, ayrıcalık ve normativiteyi tartışan/eleştiren diğer sosyal ve kültürel teoriler arasındaki ilişkilere ya da anlaşmazlık noktalarına odaklanmak derginin amaçları arasındadır. Bu nedenle, derginin içeriği, eleştirel ırk ve kimlik teorileri, antropoloji, Marksizm, Anarşizm, feminist teori, güncel sanat teorileri ve bu kavramın kapsamına düşen her türden felsefi ve politik metinle kesişmektedir. Derginin uzun vadede amacı, statik bir queer tartışma alanı yaratmaktansa, bu alanın kendisinin de hem felsefi bir analiz metodu olarak hem de bir sosyal teori alanı olarak sorunsallaştırılabileceği ve yeni çözümlerle soru sorma biçimlerinin üretebileceği bir mecra yaratmaktır. Ayrıca bu kavramla titreşimde olabilecek soru ve sorunlarla, araştırma alanlarının kapsamı bakımından kesişen her türlü akademik çalışma derginin içeriğine katkıda bulunabilir. Bu teorinin sosyo-politik düşün ve eylem dünyasına eleştirel katkıları ve müdahale etme biçimlerine ilişkin betimsel ve somut tartışmalar ise hem bu sayının hem de daha sonraki sayıların ortak temalarından olacaktır. Gelecek sayılarda, hakem sürecinden geçecek makalelerle birlikte çeşitli değerlendirme, eleştiri ve haber/duyuru/tanıtım yazılarına da yer verilecektir. Bu konuyla ilgili yayımlanan her sayı sonrasında yazarlara gelecek sayının temasını da içeren bir çağrı yapılacaktır. Şimdiden küçük bir ipucu vermek gerekirse, gelecek sayının ana teması “beden” üzerinde şekillenecektir.
 
Bir süredir Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları Bölümü’yle Kaos GL (Kaos Gey ve Lezbiyen Kültürel Araştırmalar ve Dayanışma Derneği) arasında ortak bir çalışmayla yürütülen Queer Teori dersi kapsamında öğrenciler ve akademisyenlerin bir araya gelmesi bu derginin çalışmalarına ilham verdi. Dersler sırasında eksiklikleri, yanlış anlamaları ve bu anlamda neye ihtiyacımız olduğunu gözlemleyebilecek bir ortam bulduk.
 
Bu yola çıkış heyecanı ile birlikte, umarız bir ‘giriş’ niteliği taşıyan bu sayı, gelecek sayılarda katkılarınız sayesinde kapsamı ve derinliği genişleyerek büyümeye devam eder.
 
Not
1. Alev Özkazanç ve öğrencileri tarafından üzerinde durulan bir karşılık.
 
KAYNAKÇA
Massumi, Brian, (2002), Parables for the Virtual: Movement, Affect, Sensation, Duke University Press, Durham, NC.
Deleuze, Gilles ve Felix Guattari, (2012) [1973], Anti-Odipus: Kapitalizm ve Şizofreni, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara.
QUEER BİR GİRİŞE DOĞRU - 1 Dergisine Git

Kaos Q+

Tunus PTT, PK 12, Kavaklıdere-Ankara

+90 312 230 6277

İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Kurumu SIDA Logo kaosgldergi.com sitesi, Gökkuşağı Projesi kapsamında, İsveç Uluslararası Kalkınma ve İşbirliği Kurumu SIDA tarafından desteklenmektedir.
Validation error occured. Please enter the fields and submit it again.
Thank You ! Your email has been delivered.